Şirket Yönetimi İçin Kayyım Tayini – I. Bölüm

Kayyım kavramı, Türk hukuk tarihinde her zaman ihtiyatla yaklaşılmış, nitelik itibariyle geçici bir el koyma biçimi olmakla birlikte, taşıdığı sonuçlar bakımından son derece ağır tesirler yaratabilen bir kurum olagelmiştir. Şirket yönetimi bakımından kayyım tayini meselesi ise, yalnızca şirket ortaklarını veya yöneticilerini ilgilendiren bir husus olmaktan ziyade, ticari hayatın bütününü, piyasa düzenini, istihdam ilişkilerini ve nihayet kamu yararını da derinden etkileyen bir uygulamadır. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 133’üncü maddesi, şirket yönetimi için kayyım tayinini bir koruma tedbiri olarak düzenlemiş; ancak bu tedbirin pratiğe yansıması, özellikle son on yılda, hukukun hem dogmatiğinde hem de uygulamasında hararetli tartışmalara sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda, öncelikle kayyım müessesesinin felsefesine, kaynağına ve usul hukukundaki yerine temas etmek gerekir. Kayyım, en geniş anlamıyla, bir kimsenin veya tüzel kişiliğin yerine geçici olarak atanan, onun iş ve işlemlerini idare eden kişiyi ifade eder. Türk Medeni Kanunu’nda vesayet ve aile hukukuna ilişkin olarak düzenlenen kayyımlık, klasik anlamda bu görevi tanımlar. Ancak Ceza Muhakemesi Kanunu’nda karşımıza çıkan kayyımlık, esasen ceza muhakemesinin selameti uğruna getirilen özel ve istisnai bir düzenlemedir. Buradaki kayyım, bir kişinin değil, doğrudan bir ticaret şirketinin yönetim organının yerine veya onunla birlikte görev yapacak surette tayin edilen kişidir. Bu özelliğiyle, kayyım müessesesi ticaret hukuku ile ceza muhakemesi hukukunun kesişim noktasında yer alan melez bir koruma tedbiri olarak tezahür eder.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 133’üncü maddesi, 2014 yılına dek sistemimizde çok az uygulama alanı bulan bir düzenleme iken, 2014 tarihli 6526 sayılı Kanun ve bilhassa 2015 tarihli 6638 sayılı Kanun değişikliklerinden sonra oldukça geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Özellikle 15 Temmuz 2016 tarihli darbe teşebbüsünden sonra, örgütlü suçlar ve terör finansmanı ile mücadele bağlamında pek çok şirketin yönetimine kayyım atanması gündeme gelmiş, bu tedbir kamuoyunda yoğun tartışmalara yol açmıştır.

Burada sorulması gereken ilk soru şudur: Kayyım tayini hangi şartlarda mümkündür ve hangi saiklerle gündeme gelir? Kanun koyucu, bu tedbire başvurulabilmesi için birtakım sınırlayıcı koşullar öngörmüştür. Öncelikle, işlenmekte olan bir suçun varlığı aranır. Bu husus, kayyım tayinini diğer koruma tedbirlerinden ayıran temel ölçüttür. Zira örneğin elkoyma, müsadere veya malvarlığına tedbir koyma hallerinde suçun işlenmiş olması aranırken; kayyım tayininde suçun halen devam ediyor olması, yani fiili süreç içinde sürmekte bulunması gereklidir. Bu şart, tedbirin doğrudan şirket faaliyetlerinin suçun işlenmesine elverişli bir zemin teşkil etmesi ihtimaline dayandığını göstermektedir.

İkinci olarak, işlenen suçun kanunda sayılan katalog suçlardan biri olması gerekir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 133’üncü maddesinde atıf yapılan katalog, ağır nitelikli suçları kapsamaktadır: Örgüt üyeliği, uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, zimmet, irtikâp, kara para aklama ve benzeri suçlar bu grupta sayılmaktadır. Dolayısıyla her türlü suç için kayyım tayinine gidilmesi mümkün değildir; yalnızca kamu düzenini ve mali sistemi doğrudan tehdit eden, toplumsal tehlikesi yüksek fiiller bakımından bu yol kullanılabilir.

Üçüncü şart, kuvvetli suç şüphesinin varlığıdır. Ceza muhakemesi hukukunda şüphenin dereceleri mevcuttur: basit şüphe, yeterli şüphe ve kuvvetli şüphe. Kayyım tayini, en ağır müdahalelerden biri olduğundan, basit veya soyut bir şüphe yeterli değildir; somut, ciddi ve ikna edici emarelerin bulunması şarttır. Buradaki kuvvetli şüphe, yalnızca failin suç işlemiş olmasına dair değil, aynı zamanda şirket faaliyetlerinin bizzat bu suça araç kılındığına dair olmalıdır.

Dördüncü şart, tedbirin maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için gerekli olmasıdır. Hukukumuzda her koruma tedbiri, bir araç niteliğindedir; amaç ise gerçeğin aydınlatılmasıdır. Kayyım tayini de, soruşturmanın veya kovuşturmanın amacına ulaşması için başka bir çare kalmadığında başvurulması gereken istisnai bir önlemdir. Burada ölçülülük ilkesi devreye girer. Bir tedbir, amaca ulaşmak için elverişli, gerekli ve orantılı olmalıdır. Şirketin yönetimine kayyım atanması, doğrudan ticari faaliyetlerin akışına müdahale edeceği için, son derece dikkatle tartılmalı ve başka daha hafif tedbirlerle aynı amaca ulaşılamayacağına kanaat getirilmelidir.

Son olarak, kayyım tayini için hakim veya mahkeme kararı aranır. Soruşturma aşamasında savcının talebi üzerine sulh ceza hakimliği, kovuşturma aşamasında ise yargılamayı yapan mahkeme bu kararı verebilir. Burada dikkat çekilmesi gereken husus, şirket yönetimine kayyım tayini hususunda idari makamların tek başına yetkili olmamasıdır; mutlaka yargısal bir karar gereklidir.

Kayyımın hukuki niteliğine gelince, burada iki farklı ihtimal mevcuttur. Kayyım, bazen yalnızca onay makamı olarak atanır; bu durumda şirket yönetimi devam eder, ancak aldığı kararların geçerli olabilmesi için kayyımın onayına ihtiyaç duyulur. Bazen ise kayyım bizzat yönetim kayyımı sıfatıyla atanır; bu halde şirketin yönetim organı yetkisini kaybeder, bütün yönetim ve temsil görevleri kayyıma geçer. Her iki durumda da kayyım, Türk Ceza Kanunu’nun 6’ncı maddesi uyarınca kamu görevlisi sayılır ve bu sıfatın doğurduğu hukuki ve cezai sorumluluklara tabi olur.

Şirket yönetimi için kayyım tayini, yalnızca şirket ortaklarını ve yöneticilerini değil, aynı zamanda üçüncü kişileri, çalışanları ve kredi kurumlarını da doğrudan ilgilendirir. Zira kayyım, şirketin tüm malvarlığını, ticari ilişkilerini ve iş akitlerini yönetir. Bu sebeple kayyımın atandığı andan itibaren, şirketin taraf olduğu tüm ilişkilerde muhatap, kayyım olur. Dolayısıyla kayyım, yetkilerini kullanırken sadece ceza muhakemesinin amacını gözetmekle değil, aynı zamanda ticaret hukukunun ve borçlar hukukunun genel prensiplerini gözetmekle de yükümlüdür.

Kayyımın atanmasının ardından ortaya çıkan en mühim meselelerden biri, kayyımın yetkilerinin sınırıdır. Yönetim kayyımı, şirket yönetim kurulunun sahip olduğu bütün hak ve yükümlülüklere sahiptir. Bu bağlamda, şirketin defterlerinin tutulması, ticari kararların alınması, sermaye artırımı yahut azaltımı gibi hususlarda da yetkilidir. Fakat bu yetkilerin kullanımı, kayyımın şahsi kanaatine göre değil, ceza muhakemesinin gereklerine göre belirlenmelidir. Kayyım, bir nevi ceza yargısının eli gibi hareket eder; şirketin faaliyetlerini dondurmak değil, usulün amacına hizmet edecek şekilde yürütmekle yükümlüdür.

Bu noktada öğretide en çok tartışılan meselelerden biri, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) kayyım olarak atanmasıdır. Zira TMSF, doğası gereği bir kamu kurumudur ve devlet lehine faaliyet yürütür. Bu nedenle TMSF’nin kayyım olarak atanması, tarafsızlık ilkesine gölge düşürebilir. Kayyımın fonksiyonu, soruşturmanın amacına hizmet etmekle birlikte şirketi korumaktır; oysa TMSF’nin asli fonksiyonu, kamu alacaklarını tahsil etmek ve finansal sistemi korumaktır. Bu durum, çıkar çatışması tehlikesini doğurmaktadır.

Burada belirtmek gerekir ki, kayyım tayini süresiz bir tedbir değildir. Her ne kadar kanunda açıkça bir süre sınırlaması öngörülmemişse de, tedbirin geçiciliği esas olmalıdır. Suç şüphesi ortadan kalktığında veya soruşturma ile kovuşturmanın ilerlemesi bakımından artık gerekli görülmediğinde, kayyımın görevi sona erdirilmelidir. Ancak bu sona erdirme kararı da, kayyımı atayan merci tarafından verilebilir. Yani soruşturmada sulh ceza hakimliği, kovuşturmada ise yargılamayı yapan mahkeme kayyımlığı kaldırabilir.

Şirket Yönetimine Kayyım Tayininin Hukuki̇ Dayanakları – II. Bölüm

Şirket yönetimine kayyım tayini, Türk hukuk düzeni içerisinde köklü bir geçmişe sahip olmamakla birlikte, özellikle ceza muhakemesi pratiği açısından önem kazanan ve gerek uygulamada gerekse doktrinde çokça tartışılan bir müessese haline gelmiştir. Bu düzenlemenin temelinde, ceza muhakemesinin amacı olan maddi gerçeğe ulaşma gayreti ile ekonomik hayatın sürekliliğinin sağlanması arasında hassas bir denge arayışı vardır. Bir tarafta kamu düzeninin korunması, örgütlü suçlarla etkin mücadele edilmesi, delillerin karartılmasının engellenmesi gibi ceza muhakemesi menfaatleri yer alırken, diğer tarafta şirketlerin ticari varlığını sürdürebilmesi, çalışanların haklarının korunması, piyasanın istikrarının zedelenmemesi gibi iktisadi ve toplumsal değerler bulunmaktadır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 133. maddesi bu dengeyi kurmayı hedefler. Zira düzenlemenin lafzında açıkça, kayyım tayini kararının ancak şirket faaliyetleri çerçevesinde işlenmekte olan suçlar söz konusu olduğunda uygulanabileceği belirtilmiştir. Bu noktada işlenmekte olan suç kavramı büyük önem arz eder. Hukuk teorisinde işlenmekte olan suç, icra hareketleri halen devam eden veya kesintisiz suçlar söz konusu olduğunda gündeme gelir. Örneğin kara para aklama fiilinin şirketin muhasebe faaliyetleri üzerinden devam ettirilmesi ya da suçtan elde edilen gelirlerin şirket varlıklarına sokularak sürekli aklanması, işlenmekte olan suç kapsamında değerlendirilecektir. Buna mukabil tamamlanmış bir fiil için, yani şirket üzerinden işlenmiş ve artık devam etmeyen bir suç için, kayyım tayini kararı verilemeyecektir. Bu yönüyle CMK 133, CMK 128’den ayrılır; zira 128. madde tamamlanmış suçlar için malvarlığına elkoymayı mümkün kılarken, 133. madde halen işlenmekte olan suçlar bakımından yönetim organına müdahale öngörür.

Bununla birlikte, uygulamada bu ayrım çoğu kez flu bir alan yaratmaktadır. Soruşturma makamları, örgütlü suç yapılarının çok yönlü ve süreklilik arz eden faaliyetleri karşısında, tamamlanmış bir fiilin dahi işlenmekte olan suç kapsamına alınabileceğini ileri sürmekte, bu da kayyım tayini kararlarının genişlemesine yol açmaktadır. Doktrinde ise bu yaklaşım eleştirilmiş, zira ceza muhakemesinde koruma tedbirlerinin temel özelliği olan ölçülülük ve gereklilik ilkelerinin zedelendiği vurgulanmıştır. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararlarında da kimi zaman farklı yorumlara rastlanmakta, özellikle işlenmekte olan suçun tanımı konusunda yeknesak bir içtihat oluşmamaktadır.

Kayyım tayininin diğer şartı ise suçun katalog suçlardan biri olmasıdır. Kanun koyucu burada sınırlı bir liste yapmış, uyuşturucu ticaretinden örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlara, zimmetten kara para aklamaya kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan suç tiplerini bu listeye dâhil etmiştir. Böylece her türlü suç için kayyım tayini yolunun açılması engellenmiş, yalnızca belirli ağırlıkta suçlar için bu tedbire başvurulabileceği hükme bağlanmıştır. Fakat bu katalog da eleştirilmiştir; zira bazı hallerde şirket faaliyeti üzerinden işlenebilecek suçların listeye alınmadığı, bazen de katalog dışı suçların şirket yönetimine kayyım atanmasını engellediği, bu durumun adalet duygusunu zedelediği ileri sürülmüştür.

Kayyım tayini için aranan bir diğer şart kuvvetli şüphedir. Ceza muhakemesinde şüphe dereceleri hafif şüphe, yeterli şüphe ve kuvvetli şüphe şeklinde tasnif edilir. Kayyım tayini, şirket yönetimine doğrudan müdahale eden ve ticari hayatı ciddi biçimde etkileyen bir tedbir olduğundan, şüphenin en yüksek derecesi aranmıştır. Bu yaklaşım yerindedir, zira aksi halde yalnızca soyut iddialara dayanarak şirketlerin yönetimine kayyım atanması, ticari düzeni altüst edebilecek, çalışanların ve üçüncü kişilerin haklarını telafisi imkânsız biçimde zedeleyebilecektir. Ancak pratikte kuvvetli şüphe kavramının çoğu kez yeterli delil olmadan geniş yorumlandığı, bazı mahkemelerin yalnızca örgüt üyeliği iddiasını kayyım tayini için yeterli gördüğü de bilinmektedir. Bu ise ceza muhakemesinin temel güvencelerinden olan masumiyet karinesi ile bağdaşmamaktadır.

Şartların yanında kayyım tayini için usule de dikkat edilmelidir. Kararı ancak hâkim veya mahkeme verebilir. Soruşturma aşamasında sulh ceza hâkimlikleri yetkilidir. Kovuşturma aşamasında ise yargılamayı yapan mahkeme bu tedbire karar verebilir. Cumhuriyet savcısının tek başına kayyım ataması mümkün değildir. Ancak uygulamada bazı istisnalar tartışılmış, özellikle terör örgütleriyle bağlantılı olduğu düşünülen şirketler bakımından savcılık makamının fiili müdahaleleri gündeme gelmiştir. Hukuken geçerliliği olmayan bu tür tasarrufların Anayasa’ya, kanunilik ilkesine ve yargı yetkisinin bağımsızlığına aykırı olduğu açıktır.

Şirket yönetimine kayyım tayini kararının verilebilmesi için ayrıca, bu tedbirin gerçekten zorunlu olması, daha hafif tedbirlerle amaçlanan sonucun sağlanamaması gerekir. Yani ölçülülük ilkesi, her koruma tedbirinde olduğu gibi burada da temel bir kriterdir. Örneğin şirketin belirli hesaplarına tedbir koymak, belli belgeleri muhafaza altına almak gibi daha hafif önlemlerle soruşturmanın güvenliği sağlanabiliyorsa, yönetim organına kayyım atanması hukuka uygun olmayacaktır. Bu husus çoğu kez göz ardı edilmekte, kayyım tayini ilk seçenekmiş gibi başvurulmaktadır. Halbuki Anayasa Mahkemesi’nin de vurguladığı üzere, temel haklara en az müdahale eden yol tercih edilmelidir.

Kayyımın hukuki statüsü de oldukça tartışmalıdır. CMK 133 açıkça, kayyımın şirketin yönetim organının yetkilerini kullanacağını belirtmektedir. Burada iki farklı model ortaya çıkmaktadır. Birinci modelde, mevcut yönetim organı yerinde kalmakta, ancak aldığı kararların geçerli olabilmesi için kayyımın onayına bağlanmaktadır. Bu durumda kayyım adeta bir denetim organı olarak işlev görmektedir. İkinci modelde ise kayyım doğrudan yönetim organının yerine geçmekte, yönetim kurulu veya müdürler kurulunun yetkilerini bizzat kullanmaktadır. Uygulamada genellikle ikinci model tercih edilmektedir. Ancak hangi model benimsenirse benimsensin, kayyım kamu görevlisi sıfatıyla hareket eder. Bu sıfat, Türk Ceza Kanunu anlamında önemlidir, zira kayyımın görevi kötüye kullanma, zimmet, rüşvet gibi suçlardan sorumluluğunu doğrudan gündeme getirir.

Kayyımın atanması kadar önemli bir mesele, ona verilecek ücretin kaynağıdır. Kanun koyucu burada karmaşık bir düzenleme yapmıştır. Kural olarak ücret şirketten ödenir. Ancak soruşturma veya kovuşturma sonucunda beraat ya da kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilirse, devlet bu ücreti üstlenir. Bu düzenleme, haksız kayyım atamalarının şirketlere yük getirmesini önlemek için yerinde bir güvence olarak değerlendirilebilir. Ne var ki uygulamada kayyım ücretlerinin yüksekliği, şirketlerin zaten zor durumda olan ekonomik yapısını daha da ağırlaştırabilmektedir. Kayyımın işlemlerine karşı başvuru yolları da hukuk güvenliği bakımından önemlidir. Kayyım tayinine ilişkin karara karşı soruşturma aşamasında itiraz mümkündür. Ancak kovuşturma aşamasında kayyım kararı ara karar niteliğinde kabul edilmekte ve yalnızca hükümle birlikte temyiz edilebilmektedir. Bu durum doktrinde ciddi eleştirilere konu olmuştur; zira kayyım atanması gibi ağır sonuçlar doğuran bir tedbirin yalnızca hükümle birlikte denetlenebilmesi, etkili bir başvuru yolunun bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bu nedenle birçok yazar, kovuşturma aşamasında da ayrı bir itiraz yolunun tanınması gerektiğini savunmaktadır.

Kayyımlığın sona ermesi meselesi de dikkat çekicidir. Kanunda herhangi bir süre sınırı öngörülmemiştir. Bu da uygulamada kayyımın yıllarca şirketin başında kalmasına yol açabilmektedir. Halbuki koruma tedbirlerinin doğası gereği geçici olması gerekir. Gerek kalmadığı anda tedbirin kaldırılması zorunludur. Burada hâkim veya mahkemenin re’sen denetim yükümlülüğü vardır. Ayrıca ilgililer de kayyımlığın kaldırılması için talepte bulunabilir. Tedbirin kaldırılması halinde karar ticaret siciline bildirilir ve ilan edilir. Kayyımın hukuki sorumluluğu ise vekil ya da yönetim kurulu üyesi gibi sorumluluk rejimlerinden ayrıdır. Kayyım kamu görevlisi sayıldığından, yaptığı işlemlerden dolayı öncelikle devlet sorumludur. Devlet, zarar görenlere tazminat öder, ardından kusurlu kayyıma rücu eder. Bu, zarar görenlerin haklarını güvence altına almak için önemli bir düzenlemedir. Ancak pratikte tazminat davaları uzun sürmekte, devletin rücu davaları ise çoğu kez açılmamaktadır. Bu da kayyımların fiilen sorumsuz hareket etmesine yol açabilmektedir.

Tüm bu hususlar gösteriyor ki, şirket yönetimine kayyım tayini, yalnızca teknik bir ceza muhakemesi tedbiri değil, aynı zamanda derin ekonomik ve sosyal etkiler doğuran çok yönlü bir kurumdur

Kayyımlık Tedbirinin Sonuçları – III. Bölüm

Kayyımlık tedbiri, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 133. maddesinde düzenlenen bir koruma tedbiridir ve şirket yönetimine geçici olarak kayyım atanmasını öngörür. Bu tedbirin amacı, soruşturma veya kovuşturmanın sağlıklı yürütülmesini temin etmektir. Kayyım, mahkeme kararı ile belirlenen yetkiler çerçevesinde hareket eder ve şirketin faaliyetlerini yürütürken yalnızca hukuki amaçları gözetir. Türk Ceza Kanunu anlamında kamu görevlisi olarak kabul edilen kayyım, yetkilerini kullanırken bu sıfatın doğurduğu hukuki ve cezai sorumluluklar çerçevesinde hareket eder. Kayyım tayini, ölçülülük ve geçicilik ilkeleri çerçevesinde uygulanır. Kanunda açık bir süre sınırı öngörülmemiş olsa da, tedbirin geçici nitelikte olması esastır. Mahkeme, kayyımın görev süresini sadece gerekli olduğu müddetçe belirler ve tedbirin amacı dışında yetki kullanmasına izin vermez. Kayyımın atanmasıyla birlikte, şirketin tüm hukuki ve ticari ilişkilerinde muhatap konumuna geçer. Bu durum, çalışanlar, tedarikçiler ve kredi verenler gibi üçüncü kişileri doğrudan etkiler. Kayyım yetki aşımında bulunduğu takdirde sorumluluk, kamu görevlisi sıfatıyla devlet üzerinden doğar ve zarar görenlerin hakları bu çerçevede güvence altına alınır.

Kayyımın ücreti, öncelikle şirketten ödenir. Eğer kayyım ataması hukuken geçersiz veya gereksiz ise devlet bu ücreti üstlenir ve gerekli durumlarda kayyıma rücu edebilir. Bu düzenleme, şirketlerin ekonomik yükünü sınırlandırmayı ve kayyımın tarafsız hareket etmesini sağlamayı amaçlar. Kayyımlık tedbiri geçici bir önlem olmakla birlikte, uygulamada tedbirin uzun süre devam etmesi durumunda, şirketin ticari itibarı, iş ilişkileri ve sürdürülebilirliği üzerinde olumsuz etkiler doğabilir. Bu nedenle mahkeme, kayyım tayininde geçicilik ve ölçülülük ilkelerini sürekli gözetmek zorundadır. Kayyımlığın sona ermesi, tedbirin gerekliliğinin ortadan kalkması ile mümkündür. Mahkeme, gerek kendi re’sen denetimi gerekse ilgililerin başvurusu sonucunda kayyımı görevden alabilir. Sona erme kararı, ticaret siciline bildirilir ve ilan edilir. Kayyımın hukuki sorumluluğu, vekil veya yönetim kurulu üyesi gibi diğer şirket yöneticilerinin sorumluluk rejimlerinden ayrılır. Kamu görevlisi sıfatıyla kayyımın fiillerinden doğacak sorumluluk, öncelikle devlet üzerinden giderilir ve devletin kusurlu kayyıma karşı rücu hakkı saklıdır.

5/5 - (2 votes)

Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir